11 Şubat 2016 Perşembe

Kütle Çekim Dalgaları

Elimizdeki bir taşı bıraktığımızda yere düşer. Bilimin ilk doğduğu andan bu yana bilim insanları taşın neden yere düştüğünü anlamaya çalıştılar. İlk düşünceler taşın doğasının aşağıda olduğu ve dolayısıyla taşın doğasına dönmek istediği yönündeydi. 17. yüzyılda Isaac Newton taşın aşağıya düşmesinin taşın veya yerin doğasından değil yer çekiminden doğduğunu ortaya koydu.

Newton'a göre taş Dünya üzerine, Dünya da taş üzerine bir çekim kuvveti uyguluyordu. Taşın Dünya üzerine uyguladığı kuvvet Dünya'yı çok çok az hareket ettirse de Dünya'nın taş üzerine uyguladığı çekim kuvveti taşı Dünya'ya doğru hareket ettiriyordu. Biz de bunu taşın Dünya'ya düşmesi olarak algılıyorduk. Problem artık çözülmüştü. Yer çekimi taşın neden yere düştüğünü ve Dünya'nın neden Güneş etrafında döndüğünü güzelce anlatabiliyordu.

Ancak daha sonraları gelişen ölçüm teknikleri yer çekimi kanununun açıklayamadığı ufak farklar bulmaya başladı. Özellikle Merkür gezegeninin yörüngesindeki ufak sapmaları Newton'un kanunları ile açıklamak mümkün olamadı. Einstein 1915 yılında geliştirdiği teori ile taşın neden yere doğru düştüğü konusuna yepyeni bir bakış getirdi.

Biz üç boyutlu bir evrende yaşıyoruz. Şu anda bulunduğumuz yeri tanımlamakta üç koordinat kullansak da bir de “şu anda” kelimesiyle bir koordinat daha belirliyoruz, bu da zaman. Yani biz esasında üç değil dört boyutlu bir evrende yaşıyoruz ve bu evren üç uzay koordinatının yanında bir de zaman koordinatından oluşuyor. Öncelikle Einstein bu zaman koordinatının da uzay koordinatlarına eşdeğer olduğunu göstermiştir. Dört boyutta oluşan bu evren için de uzay ve zaman yerine uzayzaman kavramı kullanılmıştır. Yani uzayzaman dediğimizde içinde yaşadığımız dört boyutlu evreni kasdediyoruz.

Einstein yer çekiminin aslında uzayzamanın eğilmesinden ibaret olduğunu göstermiştir. Cisimlerin kütlesi ne kadar fazla olursa uzayzamanı da o kadar fazla eğerler.


Buna göre taş aslında Dünya tarafından çekilmez. Dünya varlığından dolayı etrafındaki uzayzamanı büker ve taş bu bükülen uzayzamanda aşağıya doğru yuvarlanır. Newton'un yer çekimi kanunu bunun basit durumlar için bir açıklamasıdır. Ama özellikle ışığın kütlesi yüksek cisimlerin yakınında eğilmesini bize açıklayamaz çünkü ışık kütlesizdir ve kütleli cisimlerin kütlesiz bir cismi çekmeleri beklenemez. Işığın bu şekilde bükülmesinden dolayı Güneş'in arkasındaki bir yıldızı Güneş'in yanındaymış gibi görebiliriz.

Einstein'ın teorisinin kanıtını türlü olayda görmemiz mümkündür. Bugüne kadar da bu teoriye ters düşen bir olaya rastlanmamıştır. Ancak Einstein teorisinde büyük bir kütle yer değiştirdiğinde bu yer değişikliğinin çevresindeki uzayzamanda yaratacağı etkinin yer çekimi dalgaları ile iletileceğini öne sürmüştür.

Mesela birbiri etrafında hızla dönen iki kara delik çevrelerindeki uzayzamanda bir dalgalanma yaratır. Bu dalgalanma da dalgalar halinde tüm evrene yayılır. Ara deliklere ne kadar yakın olursak bu dalgaları da o derece şiddetli hissederiz, ama uzaklaştıkça bu dalgaların evrende yarattıkları etki gittikçe azalır.

Einstein bu dalgaların varlığını 1916 yılında ortaya koymuştur. Ancak bu dalgaların varlığnı kanıtlamak o günün teknolojisiyle mümkün değildi. Geçen zaman içerisinde gelişen teknoloji ile bu konuda deneyler yapılmaya başlandı.

Bu deneylerden en bilineni LIGO'dur (Laser Interferometer Gravitational Wave Observatory). LIGO aslında bir değil iki dedektörden oluşan bir sistemdir ve bu dedektörlerden biri Livingston, Lousiana, diğeri de Hanford, Washington'da bulunmaktadır. İki dedektör olmasının bir sebebi iki farklı ölçüm yaparak tek bir dedektörün çevresel faktörlerden dolayı yanlış bir şey ölçmesinin önüne geçmek, diğeri de ölçülmesi beklenen dalganın nereden geldiğinin belirlenmesidir. Benzer dedektörlerden biri İtalya'da, biri Japonya'da, biri de Hindistan'da yapılmaktadır.


ABD'deki yapımı tamamlanmış olan iki dedektör, test aşamasında, 14 Eylül'de bir sinyal yakalamışlardır. Bu sinyal aslında basitçe şöyle gösterilebilir:


Burada beklenen tam ortada düz bir çizgidir. Düz çizgiden olan sapmalar ise keşfedilen kütle çekimi dalgaları anlamına gelmektedir. Yani sakin bir denizde dalga yüksekliğini ölçecek olsak sıfır çıkacaktır. Ama suya bir taş attığımızda yukarıdakine benzer bir dalga ölçümüyle karşılaşırız.

Ancak burada gözlemlenen bunun da ötesinde bir şeydir. Dalganın yüksekliği ve frekansı gittikçe artmakta ve sonunda da yok olmaktadır. Einstein'ın teorisine göre Güneş'in 30 katı kütleye sahip iki kara deliği birbiri etrafında döndürecek olursak bu iki kara delik gittikçe hızlanarak birbirlerine yaklaşacak ve sonunda birleşerek daha büyük bir kara delik oluşturacaktır. Yukarıda verilen veri de aynen bunu göstermektedir.

Bugün yapılan açıklama neden önemlidir?

1. Einstein'ın teorisinin doğruluğu iki kara deliğin birbirlerine yaklaşarak birleşmelerinin doğru olarak tahmin edilmesiyle bir kez daha gösterilmiştir.
2. Einstein'ın tahmin ettiği ama daha önce gözlenmesi mümkün olmayan kütle çekim dalgaları ilk defa gözlemlenmiştir.
3. Orta büyüklükte kütleye sahip kara deliklerin varlığı bağımsız bir ölçümle kanıtlanmıştır.
4. İki orta büyüklükte kara deliğin birleşerek yeni bir kara delik oluşturmaları ilk defa gözlenmenmiştir.
5. Ama belki de en önemlisi, bugüne kadar astronomi ve astrofizik ışık ve benzeri elektromanyetik dalgalar kullanılarak yapılırken artık yepyeni bir gözlem aracı kazanmıştır. Bu astronomi alanında 1609'da Galileo Galilei'nin teleskobu ilk defa gök cisimlerini gözlemleyecek şekilde geliştirmesinden sonraki en önemli keşiftir.


Daha bugün üniversitedeki dersimde “evren hakkındaki bilgilerimizin %95'ini ışık ve benzeri elektromanyetik dalgalar kullanarak elde ederiz” demiştim. Kütle çekim dalgalarını ölçebilmemiz sonunda artık evren hakkında bilgi elde edebileceğimiz kaynakların sayısı önemli miktarda artmıştır. Bugünkü buluşla ders kitaplarının güncellenmesi gerekecektir.

1 Şubat 2016 Pazartesi

Amerikalılar gerçekten Ay'a gitti mi?

Amerikalılarla Ruslar arasındaki uzay yarışı konusunda bilmemiz gereken çok önemli noktalar var. Bu yarışın en önemli özelliği tüm dünyanın gözü önünde cereyan ediyor olmasıdır. Soğuk Savaşın en kızıştığı zamanlarda Amerika'da Rus casusları, Rusya'da da Amerikan casusları cirit atıyordu. Bu nedenle Amerikalıların Ruslardan gizli bir şey yapabilmeleri çok zordu. Aynı zamanda diğer tüm ülkelerin de gözü Amerikalıların ve Rusların üzerindeydi. Her iki ülke de bunu gayet iyi bildiklerinden başarılı oldukları her şeyi dünyadaki diğer ülkelere duyurmaya çalışıyorlardı. Uzay yarışı sırasında atılan her adım bir reklam çalışması olarak tüm dünyaya naklen yayınlanıyor ve hatta kaynağından duyulması sağlanıyordu. Bunu önce Ruslar yapmıştı. Rusların uzaya ilk gönderdiği Sputnik uydusunun ABD üzerinden geçerken gönderdiği sinyaller sadece Amerika'da değil dünyanın tüm ülkelerinde sıradan radyo alıcıları tarafından dinlenebiliyordu. Yani Sputnik uydusu hangi ülkenin üzerinden geçiyorsa o ülke doğrudan Sputnik’in gönderdiği sinyalleri dinleyebiliyordu. Bu sinyallerin dinlenebilmesi bu iki ideolojinin teknik üstünlüklerini diğer ülkelere ispat edip onları ikna etmelerinin bir aracıydı. Bu nedenle Amerikalılar da aya uzay aracı gönderdiklerinde aynısını yaptılar. Radyo dalgaları uzayda serbestçe yayılırlar. Yani dünyada onları dinleme kapasitesine sahip olan herkes aya giden uzay araçlarının gönderdikleri sinyalleri de dinlemeyi beceriyorlardı.

Ayrıca Aya ilk uzay aracı gönderen Amerikalılar değil Ruslardı. Lunik I uzay aracı aya giderken onu nerede bulabilecekleri ve gönderdiği sinyalleri nasıl dinleyebilecekleri tüm dünyaya duyurulmuştu. Bu nedenle gerek Rusların gerekse Amerikalıların tüm uzay araçları dünyanın her tarafından takip edilebiliyordu.

Ne Amerikalılar ne de Ruslar tek bir seferde Dünyadan kalkıp Aya gittiler Bu projeler bir sürü ara adımdan oluşuyordu. Benzer ara adımlar her iki ülke tarafından da aynı zamanda yürütülmekteydi. Her iki ülke de diğerinin adımlarını dikkatle takip etmek zorundaydı. Rusların başlangıç adımı Sputnik uydusundan sonra Yuri Gagarin’i ilk defa uzaya göndermeyi başarmış olmalarıdır. Amerikalıların başlangıç adımı ise Mercury projesidir. Bu projede tek kişilik bir uzay aracını bir astronot ile beraber Dünya'nın çevresinde döndürerek dünyaya geri döndürmeyi başardılar. İkinci adım ise Gemini projesi idi. Bu projede iki astronot taşıyan bir uzay aracı Dünya'nın yörüngesine gönderildi. Araç yörüngede dönerken astronotlardan bir tanesi uzay aracını terk edip uzayda yürüyüş yapıyor ve geri dönüyordu. Bu adımı da başardıktan sonra Apollo projesi başladı. Apollo projesinde üç astronot aynı uzay aracı ile uzaya fırlatılıyordu. Ama Apollo 1’in fırlatma denemelerinde çok önemli bir kaza oldu ve içindeki üç astronot öldü. Bu kaza Apollo projesi için önemli bir engel oluşturdu çünkü Amerikalı politikacılar böyle bir kazanın tekran halkla ilişkiler açısından ne derece büyük bir felaket olduğunun bilincindeydiler. Bu nedenle daha sonraki adımlar çok daha dikkatli atıldı.

Apollo 8 Ay'ın etrafında ilk defa dönerek Dünya'nın fotoğrafını bize ilk gönderen uzay aracı oldu. Bu fotoğrafın iki açıdan büyük önemi var. Öncelikle bu fotoğraf modern çevre hareketini ateşleyen bir görüntü oluşturmuştur. Ama belki daha da önemlisi bu fotoğrafı Dünya'ya gönderebilmek için Dünya'dan bu fotoğrafın çekilebileceği kadar uzaklaşmak gerekiyordu. Bu da Amerikalıların gerçekten aya gitmiş olduklarını kanıtlıyordu Sıra Apollo 11e geldiğinde artık Amerikalılar ayın yüzeyine inmeye hazırdılar. Amerikalıların Apollo 11’den yaptıkları saatler süren televizyon yayını bugün Amerikalıların aya inmemiş olduklarını iddia eden çoğu kişinin iddialarını dayandırdıkları noktadır. Ancak unutulmaması gereken, tüm bu televizyon sinyalinin Aydan bize geldiği ve aynı zamanda Ruslar tarafından da izlenmiş olduğudur. Yani Ruslar televizyon görüntülerini Amerikan kanallarından değil Ay'a doğru tuttukları antenlerinden de elde edebiliyorlardı.

İlginç değil mi sizce? Uzay savaşında yenilmiş olan taraf Amerikalıların Ay’a inmiş olduklarını kabul ediyor ama kazanan taraftaki Amerikalılar konuya şüpheyle yaklaşıyor.

Bu problemi bir diğer tarafına bakacak olursak, diyelim ki Amerikalılar Ay'a gitmediler ve Rusları ve diğer ulusları kandırmak için bunların tamamını bir stüdyoda film olarak çektiler. Canlı yayında gösterilecek ve kesinlikle hatasız ve inandırıcı olması gereken bu filmi çekebilmek için yüzlerce kişinin çalışması gerekir. Siz bugüne kadar hiç “o filmin yapımında çalışmıştım diyen birini gördünüz mü? Yapımında yüzlerce kişinin çalışmış olduğu bir film hakkında mutlaka birkaç kişi “ben burada çalışmıştım lafını ağzından kaçırmış olurdu. Hadi diyelim ki duyulmasın diye bunların hepsini öldürdünüz. Ama o zaman da benim yakınlarım bir filmin yapımında çalışıyordu, sonra da ortadan kayboldu diyecek pek çok kişi bulunurdu. Dolayısıyla böyle bir filmin yapımı da kolay kolay değil.


Bunun dışında uzayda yaşam ya da uzay çalışmaları hakkında fazla şey bilmeyen insanları basit yorumlarla kandırmaya çalışmak kolaydır. Mesela görüntülerde hep Ay'daki bayrağın titrediği söylenir. Buradan da hava olmayan ortamda bayrağın titreyemeyeceği, bu nedenle de tüm ay projesinin kurgu olduğu çıkarımına varılır. Oysa ayda bir bayrağa diktiğiniz an o bayrak sallanmaya başladı ise bir daha onun sallanmasını durdurmak çok zordur çünkü hava olmadığından sizin bıraktığınız gibi sallanmaya uzun süre devam eder.Bunun gibi uzaydaki yaşamla ilgili olarak fazla bilgisi olmayanların ortaya attığı türlü saçmalık vardır. Bu saçmalıkları tek tek ele alacak olursak hepsini bilimsel ve teknik olarak açıklamak mümkündür. Ama hepsinin ötesinde unutulmaması gereken bir tane önemli gerçek vardır. O da yarışı kaybetmiş olan Rusların Amerikalıların Aya ayak basmamış olduklarına dair bir şüpheleri bulunmamaktadır. Yani Ruslar yenilgiyi kabul etmişken kazanan tarafın yani Amerikalıların biz oraya gitmemiş olabiliriz demelerinin temelini anlamak gerçekten çok zor.

26 Ocak 2016 Salı

Mars'a Yolculuğun Neresindeyiz?

Neredeyse her gün ülkelerden birinin yakın bir tarihte Ay'a, Mars'a veya başka bir gezegene insan göndereceğini okuyoruz veya duyuyoruz. Bu haberlerin gerçeklikle ne kadar alakası var?

Öncelikle, Ay'a veya Mars'a insan göndermek mümkün mü? Evet, mümkün. Ama daha önemli soru belki de “peki insanı geri getirmek mümkün mü?” olmalı, çünkü Aya'a giden birini geri getirmemiz mümkün olsa da Mars'a giden birini geri getirebilmemiz bugünkü teknolojimizle mümkün değil. Neden mümkün değil sorusunun cevabı gayet basit.

Herhangi bir nesneyi herhangi bir gezegenin yer çekiminden kurtarıp uzaya fırlatmak çok fazla yakıt gerektiriyor. Gerekli olan yakıtı ya çevreden sağlarsınız, ya da beraberinizde götürürsünüz. Ne Mars'ta ne de Ay'da yakıt olduğundan ve yakıt yapacak bir şey de bulanamayacağı için yakıtı buradan taşımak zorundayız. O zaman da hem astronotları, hem onları hayatta tutacak sistemleri hem de onları indikleri yerden geri fırlatacak sistemleri giderken Dünya'dan fırlatmamız gerekiyor. Bu kadar şeyi fırlatabilmek için de yeterli derecede kuvvetli roketlerimiz yok.

Aslında Ay'a gidip gelebilecek teknolojiye sahip olmamız zor değil, bunun da iki temel sebebi var: Ay yakın ve Ay'ın yer çekimi buradakinin altıda biri, yani oraya inen bir uzay aracını geri fırlatmak çok fazla yakıt gerektirmiyor. Ancak Mars hem uzak hem de yer çekimi Dünya'nın yüzde kırkı, yani geri fırlatmak için çok önemli miktarda yakıt gerekiyor. Bir de tabi o uzun yolculuk için epeyce hava, su ve gıda maddesini de beraberinizde Mars'a götürmek gerekiyor. Bu da Mars'a planlanacak çift yönlü bir seyahati neredeyse imkansız kılıyor.

O zaman sadece tek yönlü bir seyahat ihtimali kalıyor elimizde. O ihtimal de etik nedenlerden dolayı mümkün olmayabilir, çünkü gerekli olmayan bir durumda bile bile bir kişiyi ölüme gönderiyorsunuz. Her ne kadar basında ilgi uyandırsa da bu projeyi onaylayacak olan kuruluşların kanuni olarak kolay kabul edebilecekleri bir sonuç değil bu. Dolayısıyla ya o kişiyi götürüp getirirsiniz, ya da hiç göndermezsiniz.

Şimdiye kadarki düşüncemiz Mars'ı unutmak yönündeydi, hala da aynı düşünce egemen. Ancak başımızda küçük bir problem var: Dünya kaynak açısından her geçen gün sınırlarına dayanmaya başlıyor. Yani eskiden temiz su veya sıradan madenleri bulmak fazla bir maddi kaynak gerektirmiyordu, ama her geçen gün bu kaynaklar daha da hızlı tükendiğinden sıradan madenleri bulup çıkartmak gittikçe pahalı olmaya başladı. Bu noktada devletler değil ama özel şirketler gözlerini uzaya çevirmeye başladılar.

Bugün için 1969'da Ay'a insan gönderip geri getirmeyi başarmış olan ABD'nin bir insanı uzaya gönderme kapasitesi bulunmamaktadır. Sadece bilimsel amaçlarla veya teknolojik üstünlüğü kanıtlamak için yapılan bu seyahatleri bugün yapmak için gerekli maddi kaynak yoktur, bu nedenle de ABD uzaya insan gönderme teknolojisinden mahrumdur. Amerikalılar uzaya astronot göndermek istediklerinde Ruslar'a belirli bir ücret ödeyerek onların uzay araçlarını kullanmaktadırlar. Ruslar da özellikle son senelerde petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki düşüşten fazlasıyla etkilendiklerinden bu konuya yaptıkları yatırımı önemli oranda azaltmışlardır. Geriye her geçen gün bu alanda daha da önemli atılımlar yapan Çin kalmaktadır. Çin uzay programını teknolojik gelişmişliğini herkese kanıtlamak için bir araç olarak gördüğünden bu alana önemli yatırım yapmakta ve hızla ilerlemektedir. Çinliler'in uzay programı da büyük bir gizlilik altında yürütüldüğünden, bir gün gelip de Çinli bir astronotun Ay'a gittiği duyulacak olursa şaşırmamak gerekir.

Yani bugün için durumumuz maddi zorluklar nedeniyle uzaya insan göndermeyi bırakmış olan ABD, gittikçe artan sıkıntılardan dolayı bu konuda çalışmayı bırakmak üzere olan Rusya ve kendini geliştirmeye çalışan Çin arasında sıkışmış durumdadır. Bu nedenle de basında okuduğunuz uzaya seyahat haberlerine fazla inanmamak gerekir.

Bu durumda elimizde sadece özel şirketler kalıyor. Özellikle ABD kendisi bu konuda teknoloji üretmek yerine uzaya gitmek için özel şirketlerin geliştirdikleri uzay araçlarından yararlanmanın planlarını yapıyor. Devlet bir uzay aracı yaptığında bunun maliyetine fazlasıyla önem vermese de özel şirketler maliyet konusunda çok hassas davranmak zorundalar. Bunun sonucu olarak da gelinen noktada maliyetleri azaltmak adına getirilen en önemli yenilik aynı uzay araçlarını tekrar tekrar kullanmaya dayanıyor. Bunu yapabilmek için de aynı uzay aracını uzaya atıldığı gibi yere indirebilmek gerekiyor.

Elektrikli araba üreten Tesla'nın kurucularından Elon Musk'ın kurduğu Space X şirketi bu konuda çalışan en ciddi şirket. Space X şimdilik ABD için uzay istasyonuna kargo taşıma ve uydu fırlatma işlerini yüklenmiş durumda ve uzaya insan gönderecek bir sistem üzerinde çalışıyor.

Yalnız, “uzaya insan göndermek” denildiği zaman dikkatli konuşmak gerekiyor çünkü epey sayıda şirket “uzaya insan göndermek” sloganıyla yola çıkmış durumda. Uzaya üç değişik şekilde insan gönderebilirsiniz:

İnsanları roketle Dünya'nın yuvarlaklığını tepeden görecek kadar yükseğe fırlatıp geri indirirsiniz (Virgin Galactic bunu yapmayı hedefliyor). Burada çıkılan yükseklik sadece birkaç yüz kilometre. Bu yükseklikte daha atmosferin dışına çıktığımız bile söylenemez.
İnsanları roketle Dünya'nın yörüngesine girecek kadar yükseğe çıkartıp ya Dünya'nın etrafından tur attırırsınız ya da Dünya'nın etrafında dönmekte olan Uluslararası Uzay İstasyonu'na taşırsınız (bunu düzenli olarak Ruslar yapıyor, birkaç kere Çinliler yapmayı başardı, şimdi de Space X yapmaya çalışıyor). Burada çıkılan yükseklik sadece yerden 400 km kadar, ama atmosferin hemen dışına çıktığınız söylenebilir.
İnsanları gerçekten roketle Dünya'nın çekim alanından çıkartırsınız (bunu yapabilen yok, yapmaya çalışan da yok).

Bu alandaki en önemli gelişmeler geçtiğimiz haftalarda yaşandı. Space X üst üste değişik denemeleri (neredeyse) başarıyla tamamladı. Space X 21 Aralık 2015'te ilk defa uzaya gönderdiği bir roketi tekrar dik olarak Dünya'ya indirmeyi başardı.


Ama belki daha da önemlisi, hemen aynı roketi tekrar uçuş için hazırlayıp 17 Ocak 2016'da tekrar uzaya gönderdi ve böylelikle roketlerinin tekrar kullanılabilirliğini kanıtlamış oldu. NASA'nın deniz seviyesindeki değişiklikleri ölçen uydusunu uzaya yerleştirdikten sonra Dünya'ya dönen Falcon 9 model roketi bu sefer de kara yerine denizdeki bir geminin üzerine indirmeyi denediler. Roket güzelce geminin üzerine indi, ancak dengesini sağlayamayarak devrildi. Denize indirmeyi denemelerindeki esas amaç tehlikeli bir manevra olan geri inişi insanların yaşayabileceği karalardan uzak bir yerde gerçekleştirmek idi ve bunda neredeyse başarılı oldular.

Eğer Space X sürdürülebilir bir biçimde roketleri uzaya gönderip, geri indirip tekrar göndermeyi başarabilecek olursa, uzay çalışmalarında yeni bir döneme girilmiş olacak. Ama daha bu roketlerin içinde insanları yerden 400 km yukarıya göndermeye çok var ve unutmayın Ay bizden 400 bin km uzakta, Mars ise en yakın olduğu zamanda 60 milyon km.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Dinozorlar neden yok oldular?

Filmden önce bir pizza yemek uğruna Jurassic Park'ı en ön sıranın köşesinden seyrettiğimden olacak bu dinozor denen hayvanlar gözüme hep çok büyük görünmüşlerdir. Dolayısıyla da bu büyüklükteki hayvanları neyin öldürdüğü sorulduğunda ilk tepkim "çok büyük bir şey olmalı" olmuştur hep. Peki, ben bu konuya neden merak sardım? Paleontoloji ile alakam meraklı bir doğa bilimci olmaktan ileriye gitmezdi son zamanlara kadar. Ancak asıl merak sardığım konu kötümser karakterimden geliyor, "bilindik sebepler dışında bizi öldürecek o kadar çok şey var ki, bunların hepsini bilmeli" diyerek düştüm yola. Tabii doğal olarak deprem geliyor aklımıza, sonra iklim değişikliği, ama burada kalmalı mı? "Bu dinozorları öldüren şey her neyse bizi zaten öldürür" diyerek önce derslerde kullanmaya başladım bu temayı. "Hocam ya üç ders önce metan püskürmelerinin bunları öldürdüğünü söylüyordunuz şimdi meteor diyorsunuz, ne iş?" sorusuyla karşılaşınca gördüm ki eğer ben topladığım bilgileri düzgünce bir sıraya koymayacak olursam benim kadar öğrencilerin de kafası karışıyor. Bu dinozor hikâyesi çok zevkli bir konu olduğundan gazeteler ikide bir bu konuya başvuruyor, her başvuruda da anlattıklarını sanki tek doğruymuş gibi lanse ettikleri için insanların bu konudaki son bilgisi en son hangi gazetenin arka sayfasını okuduğuna bağlı olarak değişebiliyor. Bu sebepten bir bilimci olarak bu konudaki bilimsel bulguları anlatmak istedim. Canı sıkılanın gerisini okumayacağı düşüncesi ile söze yazının son cümlesi ile başlayayım:

Dinozorları neyin öldürdüğünü hala tam olarak bilmiyoruz.

Son üç-beş bin yılın tarihini yazmak bile epey zor bir olayken paleontoloji veya başında paleo olan her bilim dalları çok daha zor alanlar. Bu konularda çalışan herkese saygım sonsuz. Doğa bilimciler bilimsel sınırlar içerisinde kalarak hayvanın buldukları tek kaval kemiğinden o hayvanın tüm yaşantısını üretmeye çalışıyorlar. Bu sebepten "dinozorları öldüren neydi?" sorusuna tam ve doğru bir yanıt vermenin tek yolunun bir zaman makinesi yapıp, o zamana geri gidip, olayın nasıl olduğunu görmekten geçtiğini düşünüyorum ama bu da mümkün olmadığı için elimizdeki verilerden hareketle geçmişi kurgulamak zorundayız. Bu kurgulama da paleontolojinin temelini oluşturuyor.



Canlıların geçmişine baktığımızda ana hatları ile tarihi dört bölüme ayırıyoruz: Cambrian öncesi, Paleozoik, Mezozoik ve Senozoik. Bunlardan Cambrian öncesi en eski, Senozoik ise içinde yaşadığımız dönem. Bu dönemler içerisinde denizlerdeki hayat karaya çıkarak günümüzdeki çeşitliliği yaratmış. Ancak bu gelişim içerisinde büyük felaketler canlı türlerinin pek çoğunun ölümüne yol açmış. Son altı yüz milyon yılda böylesi yirmiye yakın irili ufaklı felaket var. Son elli yılın bilimsel gelişmeleri ile bu felaketlerin varlığı artık tartışılan bir olay olmaktan çıktı, oysa 1950'lere kadar bu felaketlerin varlığı bile tartışılıyordu. Bu felaketlerin geçmişte olmadığını düşünmek bugün de olmayacaklarını düşündürdüğünden içimiz rahatlıyor sanırım. Ancak paleobilimlere fizik, kimya ve mühendislik alanındaki gelişmeler de yardımcı olunca geçmişin önündeki sis perdesi tamamen kalkmasa da bize bazı ipuçları vermeye başladı.

Bu irili ufaklı yirmi felaketin beş tanesi "Büyük Beş" diye biliniyor. Bunun temel sebebi de bu felaketler sırasında neredeyse dünyadaki canlı türlerinin %50'sinin yok olmuş olması. Bunların arasında da 251 milyon yıl önce gerçekleşen felaket "Büyük Ölüm" diye biliniyor ki burada dünyadaki canlı türlerinin neredeyse %90'a yakın bir kısmı yeryüzünden silinmiş. Ama bu silinenler dinozorlar olmadığı için o derecede gazetelerin ilgisini çekmiyor bu konu. Ancak 65 milyon yıl önce Mezozoik-Senozoik geçişinde oluşan (ki daha da ayrıntısıyla buna Kretaceous-Tertiary K/T sınırı diyoruz) felaket dinozorlar da dâhil olmak üzere dünyadaki tüm canlı türlerinin %50'sini öldürmüş. Hem dinozorları öldürmesi açısından hem de büyük felaketler arasında bize zaman olarak en yakını olması nedeniyle bu felaket hakkındaki bilgilerimiz daha doğru ve taze.

En önemli bilgimiz ne? Doğadaki kayalara baktığımız zaman yıllar boyu çeşitli sebeplerle toz ve kum taneciklerinin üst üste yığılmaları sonucunda oluşan katmanları görüyoruz. Dünyanın pek çok yerinde bu katmanlar bulunabiliyor ve daha da önemlisi, hiçbir yerde bu katmanların sırası değişmiyor, yani bazı yerlerde bu katmanlar kalınlaşıp incelebiliyor, bazı yerlerde toptan ortadan yok oluyor ama hiçbir zaman bir yerde altta olan bir katman bir başka yerde daha üste çıkmıyor. Bu sebeple biz bir katmanda fosiller bulduğumuzda bu fosillerin yaşamış oldukları zamana dair bilgi ediniyoruz. Felaketler konusundaki temel bilgimiz de buradan geliyor. Bir katmanda kırk değişik fosil türü bulunuyor, bir sonraki katmanda bu sayı dörde düşüyorsa (tüm dünya ortalaması olarak) iki katman arasındaki felakette canlıların %90'a yakın kısmı ölmüş diyebiliyoruz. Tabii burada hemen akla gelen soru her canlının fosil bırakıp bırakmadığı ve bu bilginin ne derece doğru olduğudur. Paleo-bilimcilerin temel uğraşı, eldeki verilerden bu çıkarımı yapmak ve bu konuda da gayet başarılılar. Olayı biraz basitleştirip abartırsam şöyle bir örnek verebilirim: Denizdeki küçük balıkların çoğu bir felakette öldü ise iki basit sonuç çıkartabiliriz: Ya biri tek tek bu balıkları öldürdü ya da bu balıkların yiyeceği olan planktonlara da bir şey olduğu için bu balıkların da nesli tükendi.




Bu kaya katmanlarından aldığımız temel bilgi, bundan 65 milyon yıl önce bir şey olduğu ve bu şeyin veya şeylerin canlıların %50sini öldürdüğüdür. Ama buradaki temel sorun, 65 milyon yıl önceki bir olayla ilgili bilgilerimiz nereden baksanız en az birkaç bin yıl hata payı taşır. Yani, “birkaç bin yıl içinde olan olaylar silsilesi mi yoksa bir anda olan bir olay mı?” sorusunun cevabı gene de sadece zaman makinesinden geçiyor.



Kayalar bize felaket öncesini ve sonrasını net olarak gösteriyor. Ama tam felaket zamanına baktığımızda kalın ve açık renkli bir tabaka görüyoruz dünyanın neresinde olursak olalım. Bu tabakanın kimyasal özelliklerini ancak son yirmi-otuz senede doğru olarak inceleme fırsatı bulabildik. Bu katman bize ilginç bir şey bildiriyor: İridyum normalde dünya yüzeyinde bulunan bir metal değildir. Bu metalin ana kaynağı uzaydan gelen meteorlardır. 1980'de Nobel ödüllü araştırmacı Luiz Alvarez'in yayınladığı çalışma, normalde milyarda 0.3 olan iridyum miktarının 65 milyon yıl önceye ait olan o açık renkli tabakada milyarda 9'a çıktığını gösteriyor, yani normalin 30 katına. Bunun iki sebebi olabilir ve bilim insanları hala bu iki sebebi tartışıyorlar: Ya bu açık renkli tabaka normalden 30 kat daha yavaş oluştu ya da atmosferdeki iridyum miktarını kısa sürede 30 katına çıkartan bir olay oldu.



Daha sonraki çalışmalar daha da ilginç sonuçlara yol açtı. Mesela, her ne kadar bu açık renkli tabaka dünyada her yerde bulunsa da içindeki iridyum miktarı her yerde aynı değildi. İridyum miktarındaki artışı bir okla çizecek olursak dünyada çizilen bu okların tamamı bir bölgeyi bize işaret ediyordu; şimdi Meksika ve Karayip denizinin olduğu bölgeyi. Ancak şu anda bu bölgeye bakacak olursak bir meteorun çarpması sonucu oluşacak bir krater göremiyoruz. Bilimciler ise bizden farklı gözlüklerle bakıyorlar resme.

Mesela Meksika'nın Yukatan yarımadasındaki su çukurlarının dağılımına bakarsak bu dağılımın yuvarlak bir bölgenin çevresinde oluştuğunu görüyoruz. Benzer ipuçlarını takiple Yukatan yarımadasının ucundaki Chicxulup (Çikçulup) kentine varıyoruz. 1980'in Alvarez hipotezi bu kenti merkez alan yaklaşık 180 km çapındaki bir kraterin bulunduğunun 1990 yılında açıklanması ile kesinleşiyor.

Ancak burada unutmamamız gereken bulgu şu: 65 milyon yıl önce bugünkü Meksika'daki Chicxulup kentinin olduğu yere çapı yaklaşık olarak 10 km olan bir göktaşı çarptı ve bu çarpmanın etkisi ile çıkan tozlar bütün dünyayı kapladı. Bu; fizikçilerin, jeologların ve astrofizikçilerin üzerinde anlaştıkları bir nokta, hatta paleobilimciler de buna itiraz etmiyorlar. Fakat soru 65 milyon yıl önce dinozorları ve diğer canlıları öldüren bu olay mıydı? Çünkü bu sonuca yol açabilecek başka adaylar da var.

Mesela, Princeton'dan bir grup bilim insanı aslında bu çarpmadan 300,000 yıl sonra bile dinozorların yaşamakta olduğunu ve aslında bu çarpmadan 300,000 yıl sonra gelen ikinci bir çarpmanın kötü sonuçlandığını söylüyor. Bu yeni bir teori ve özellikle de ikinci çarpma konusunda elde somut deliller olmaması konuyu zorlaştırıyor. Gene de Ukrayna'daki Boltysh krateri (24 km), Kuzey Denizi'ndeki Silverpit krateri (20km) ve en önemlisi Hindistan'ın batı kıyıları açığında yeni bulunan ve varlığı daha pek çok jeolog tarafından kabul edilmeyen Shiva krateri (450 km) 65 milyon yıl civarında yaşlara sahip olduğu düşünülen kraterler. Ancak açık renkli tabakadaki iridyum miktarı Chicxulup büyüklüğünde bir krateri işaret ediyor, daha büyüklerini veya daha küçüklerini değil.



Yok oluş alanındaki ikinci büyük teori ise büyük yanardağların sebep olduğu iklim değişikliğinin canlıları öldürmüş olması. Hindistan'ın ortasında yer alan Deccan Platosu'nun tabanı yaklaşık 2 km kalınlığında volkanik bazalt kayalardan oluşmaktadır. Bu bazalt kayalar yaklaşık 500.000 kilometrekarelik bir alan kaplamaktadır. Bu alanı oluşturan yanardağ patlamalarının yaklaşık 30.000 yıl sürdüğü ve bu yanardağlardan çıkan kükürt dioksit ve karbondioksit gibi gazlar nedeniyle oluşan sera etkisinin Chicxulup çarpmasından 500.000 sene önce dünyanın ortalama sıcaklığını yaklaşık 8 derece artırarak kitlesel ölümlere yol açmış olabileceği de söyleniyor.

Ayrıca yine 65 milyon yıl önce deniz seviyesinin çok düştüğü de bilinen bir gerçek. Deniz seviyesindeki bu düşüşü şu an için açıklayabilmek mümkün değil, ancak bu düşüşün özellikle deniz canlıları üzerinde büyük bir etki yaptığı kesin.

Başka neler var? Mesela yakınlarımızda patlayan bir süpernovadan yayılan gamma ışınlarının ozon tabakasını yok ettiği ve bu sebepten canlıların da soylarının tükendiği hipotezi var ama çevremizde bunu destekleyen bir kanıt yok.

Sonuç olarak dinozorları neyin öldürdüğünü biz hala bilmiyoruz. Fakat bizleri Chicxulup'a yönlendiren Nobel ödüllü fizikçi Alvarez de dâhil olmak üzere pek çok bilim insanı dinozorları artan bir ciddiyetle bir tek şeyin değil birkaç şeyin birlikte veya üst üste hareket etmesinin öldürdüğünü düşünüyorlar. Yani, dinozorların son dönemlerinde iklim zaten onların yaşamını zorlaştıracak kadar değişmiş ve sıcaklıklar artmıştı. Meteor çarpmaları ve/veya yanardağ patlamaları da atmosfere kattıkları sera gazları nedeni ile daha da büyük bir ekolojik stres yarattıklarından sonunda hayat pek çok tür için dayanılmaz hale gelmişti. Sonuçta her ne kadar elimizde pek çok ciddi kanıt olsa da dinozorları neyin öldürdüğünü hala tam olarak bilmiyoruz.

8 Kasım 2015 Pazar

Kara delik nedir?

Newton bundan yüzyıllarca önce evrende kütlesi olan tüm cisimlerin birbirlerini çektiklerini keşfetti. Bu çekim kuvveti cisimler ne kadar büyük kütleli, yani bizim anladığımız anlamda ağır olurlarsa, o kadar büyük olur. Aynı zamanda cisimler birbirlerine yaklaştıkça aralarında bu çekim kuvveti artar, hem de uzaklığın karesiyle artar, yani bir cisim bize iki kat yaklaşırsa çekim kuvveti dört kat artar. Ama bir ufak detaya dikkat etmek gerekir, burada uzaklık dediğimiz cisimlerin yüzeyleri arasındaki değil merkezleri arasındaki uzaklıktır. 

Yer çekimi dediğimiz de aslında budur. Biz dünyanın merkezinden yaklaşık 6400 km uzakta dünyanın yüzeyinde durmaktayız. Zıplamakla dünyanın yer çekiminden kurtulmamız mümkün değil, ama yerin yüzeyinden 6400 km yukarı çıkacak olsak, üzerimize etki eden yer çekimi kuvveti de dörtte birine düşer. 

Elimizdeki bir silgiyi hava fırlattığımızda biliriz ki bu silgi yer çekiminin varlığından dolayı yere geri düşer. Biraz daha hızlı fırlatsak, düşmesi biraz daha uzun sürer ama eninde sonunda gene de yere geri düşer. Bu nedenle de yukarı atılan şeylerin hep yere düştüğünü düşünmeye alışmışızdır. Ama cisimler hep yere geri düşüyorlarsa uzay araçlarını nasıl uzaya fırlatabiliyoruz? Uzay araçları dünyanın yer çekiminden kurtulabiliyorlar çünkü o uzay araçları çok çok hızlı gidebiliyorlar. Eğer bir cismi 11.2 km/s'den (saniyede kilometre) daha yüksek hızla yukarıya doğru fırlatacak olursak o cisim dünyanın yer çekiminden kurtulur ve bir daha geri düşmez. 

Her cismin çekiminden kurtulmak için gerekli olan bir hız vardır, bu hıza da kaçış hızı denir. Dünyamız için bu hız 11.2 km/s'dir. Eğer güneşin yüzeyinden kaçmak isterseniz saniyede 620 kilometre hıza sahip olmanız gerekir. Herhangi bir cisim için bu kaçış hızı kütlesinin kareköküyle doğru, çapının kareköküyle ters orantılıdır. Cisim dört kat daha “ağırsa” kaçış hızı iki kat daha büyüktür veya çapı dört kat daha küçükse kaçış hızı gene iki kat daha büyüktür. Yani kısaca cismin kütlesi arttıkça kaçma zorlaşır veya kütlesini sabit tutup cismi sıkıştırarak küçültürsek kaçmak gene zorlaşır. 

Güneşin gazdan yapıldığını unutmayalım, dolayısıyla güneşi elimize alıp sıkıştıramayız ama kendi kütle çekimi zaman içerisinde güneşi sıkıştırabilir, bu durumda da güneşten kaçmak zorlaşır. Mesela güneşimiz zaman içerisinde enerji üretmeyi bıraktığında kendi çekimiyle sıkışıp dünya büyüklüğüne düşecektir. O zaman güneşin yüzeyinden kaçmak için 6400 km/s hıza ihtiyaç olacaktır. 

Güneşi 30km çapı olacak şekilde sıkıştırmak mümkün olsaydı, o zaman kaçmak için 94.300 km/s hıza gerek duyacaktık. Biraz daha gayret edip güneşi 3km yarıçapında bir küre olacak kadar sıkıştırabilseydik o zaman kaçmak için bize 300.000 km/s hız gerekecekti. Yalnız burada küçük bir problemimiz var, çünkü evrende en hızlı giden şey ışıktır ve ışığın da hızı 300.000 km/s'dir. Yani güneşi 3km yarıçapında bir küre olacak şekilde sıkıştıracak olursak değil biz ışık bile bu kürenin yüzeyinden kaçamaz. Bu durumda da güneş bir kara deliğe dönüşmüş olur. 

Şimdi gelelim sorunlara: 


  • Güneşi kara delik yapmak için yarıçapını 3km olacak şekilde sıkıştırmamız gerekir, ama güneşi bu kadar sıkıştırmak mümkün değildir, yani güneşten kara delik olmaz. 
  • Ama güneşten epey büyük cisimlerin enerji üretimleri bittiğinde kendiliklerinden sönerek sıkışmaları mümkündür. Hesabını yaptığımız zaman kütleleri güneşten en az 3 kat daha kütleli olan yıldızların ömürlerinin sonunda kara delik olacaklarını görürüz. Evrende güneşten en az 3 kat daha kütleli olan yıldızların sayısı az değildir 
  • Peki diyelim güneş o daha büyük yıldızlardan biri ve bir gün enerjisini bitirdi ve kara delik oldu. Bizi içine çeker mi? Hayır çekmez. Nedenini de yukarıda açıkladık. Güneşin bize uyguladığı çekim kuvveti kütlesi ve bizden olan uzaklığı ile orantılıdır. Kara delik olduğu vakit kütlesi büyümediğine göre bize etki eden çekim kuvveti de değişmez, bu nedenle de kara delikler normal yıldızlardan çok daha değişik çekim kuvvetine sahip değildirler, çevrelerindeki nesneleri de kendilerine çekip yutmazlar. 
  • Kara delikler, adlarından da anlaşılabileceği gibi ışık vermeyen karanlık cisimlerdir. Olur da bir gün uzayda gezintiye çıkarsanız kara deliklere dikkat edin, çünkü uzaktan hiçbir gariplik hissetmezsiniz, ama çok yakınına gelirseniz uzay aracınızın motorları kaçmanıza izin verecek kadar hızlı gitmenize yeterli olmayabilir. Yoksa kara delikler öyle bilinmedik garip nesneler değildirler, sizi de uzaktan içlerine çekip yutmazlar.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Mars'ta “yine” su bulundu!

Öncelikle Mars hakkında neler bildiğimizi gözden geçirelim:


  • Mars Güneş'ten bizim uzaklığımızın 1.5 katı uzaklıktadır.
  • Mars'ın ortalama yüzey sıcaklığı -60 °C civarındadır.
  • Mars'ta bizde olduğu gibi mevsimler vardır.
  • Mars'ta yazın sıcaklık 30 °C civarına kadar yükselebilir.
  • Sıcaklık farkının bu denli yüksek olmasının  sebebi Mars'ın atmosferinin bizim atmosferimizden 150 kat daha ince olmasıdır.
  • Mars'ın kutupları da aynı Dünya'nın kutupları gibi buzla kaplıdır.
  • Mars'ın kuzey kutbu su buzu, güney kutbu da su buzu ile karbondioksit buzu karışımıdır.


Bu bilgilerin tamamını buradan teleskoplarla Mars'a bakarak elde ediyoruz ve bu bilgilerin hiçbiri yeni elde edilmiş bilgiler değildir. Ne yazık ki liselerimizde (sadece bizim ülkemizde değil neredeyse tüm dünyada) ciddi bir astronomi dersi okutulmadığından gayet kolayca elde edilebilecek bu bilgiler bugün çoğumuza şaşırtıcı gelebiliyor.

Biraz da fizik bilgilerimizi kullanırsak: 


  • Suyu tuzla karıştırırsak suyun donma noktasını düşürebiliriz. Özellikle sülfat tuzları bu konuda çok etkili olabilirler. Bu nedenle kışın karda caddeleri tuzluyoruz.
  • Havanın basıncı dünyadakinin 1/150'si olursa, suyun dünyadaki gibi üç değil iki hali olur, yani su sadece katı veya gaz halde bulunabilir, ama sıvı halde bulunamaz.


Modern bilim bize Mars hakkında bir dolu şey öğretti, bunların çoğunu da Mars'a gönderdiğimiz uzay araçlarına borçluyuz. Mars'a gönderdiğimiz ilk uzay aracı Mariner 9 Mars'a 1971 yılında ulaşarak bize yüzeyin yakından ilk resimlerini gönderdi. Viking 1 ve 2 1976 yılında yüzeye inip analizler yaparak bize laboratuvar kalitesinde bilgi verdiler.

Bu gözlemlerden şunları öğrendik:


  • Mars'ın yüzeyinde aynı Dünya'daki vadilere benzer vadiler var ve bu vadiler Dünya'daki akarsu vadilerine benzer bir yapı gösteriyor.
  • Mars'ın çoğu yerinde Dünya'da yoğun yağışlardan sonra oluşan sel ve heyelanlara benzer olaylar var.


Dolayısıyla 1976 yılında Mars konusunda şu noktaları biliyor durumdaydık:


  • Bugün olmasa bile geçmişte bir gün Mars'ın yüzeyinde bol miktarda sıvı su vardı. Bu sıvı su nehirler halinde akıp nehir vadilerini oluşturmuştu.
  • Bu sıvı suyu bugün gözlemleyemiyoruz, ancak oluşan heyelanlar bize sıvı suyun varlığını işaret ediyor.
  • Mars'ta su olduğu kesin ve suyun buz halini gözlemliyoruz.


İşte o günden bugüne kadar değişik aralıklarla Mars'ta hep su bulunuyor ya da en azından basında hep NASA'nın Mars'ta su bulunduğunu açıkladığını okuyoruz. Peki, ilk defa 1971 yılında Mars'a uzay aracı göndermeden önce bile Mars'ta su olduğunu biliyorsak birileri bizi devamlı kandırıyor mu?

Hem evet, hem de hayır. Öncelikle şunu unutmayalım, toplumların hafızaları kendilerini doğrudan etkileyen olgular dışındaki şeyleri kısa vadede unutmayı becerir. Bu unutma süresi genelde 3-6 ay arasındadır. Dolayısıyla basında fazla önem vermediğimiz benzer bir haberi 6 ay sonra tekrar duyduğumuzda yeni bir haber gibi algılamamız doğaldır. NASA ve diğer çoğu haber kaynağı da toplumsal hafızanın bu yönünü gayet güzel kullanır. 

NASA bütçesinin önemli bir kısmı çeşitli uzay araştırmalarını desteklemektedir. Bu araştırmalardan dünya üzerinde de pek çok faydalı buluş ortaya çıkmıştır. Mesela çoğumuzun mutfaklarda kullandığı teflon aslında uzay araştırmaları sırasında uzay gemilerinin yüzeyini kaplamak için keşfedilmiş bir maddedir. NASA tüm bunları listeleyecek olsa çoğumuzun dudağı uçuklar, ama tek tek bakıldığında bunlar NASA'nın dev bütçesini kabullenmeye yardımcı olamazlar. Buna karşılık Mars'ta su bulunması, yani kafamızın arkasında bir yerlerde “yani burada tutunamazsak gidip Mars'ta koloni kurup oraya yerleşiriz” düşüncesinin oluşması, NASA'nın bütçesine daha ılımlı yaklaşmamıza neden olur. Bu nedenle NASA her sene en az bir defa Mars'ta su bulur.

Diğer yandan NASA aslında yalan da söylemiyor, her su bulunduğu açıklaması bir öncekinden biraz daha fazla araştırmaya dayanan sonuçlar içeriyor. Yani benim size anlatmaya çalıştığım; "un var, yağ var, şeker var, o zaman ortada helva gördüğümüzde şaşırmamamız doğaldır" düşüncesi doğru olsa da geçen zamanda bilim insanları helvanın nasıl yapıldığını adım adım ortaya çıkartıyorlar.

Ancak burada suçlu olan basın organlaridir. Ciddi anlamda bilim gazeteciliği diye bir kavrama sahip olmadığımızdan bilimsel olaylara da magazin mantığı ile yaklaşıyoruz. Yani 1971'den bu yana tüm haberler “Mars'ta Su Bulundu” şeklinde çıkıyor. Detayına indiğimizde de bilimin dedektif hikayesine benzer araştırmasını görüyoruz. Bilim gazeteciliği bu haberleri layıkıyla yapacak olsa belki hepimizin bilgisi daha da artardı.

Sonunda gelelim Mars'ta ne bulunduğuna. 2008 yılında Mars'ın kuzey kutbuna yakın bir yere inen Phoenix uzay aracı çevresinde bulduğu beyaz bir kütleyi içindeki minik fırında ısıtmış ve 0 oC'de buharlaştığını ve dolayısıyla bunun su buzu olduğunu göstermişti. LA Times bu haberi gene “Mars'ta Su Var” başlığıyla verdi (http://articles.latimes.com/2008/aug/01/science/sci-phoenix1).

Bu hafta NASA'nın yaptığı açıklama ise yaklaşık 10 yıldır Mars'ın yörüngesinde dolaşan Mars Reconnaissance Orbiter uzay aracının yaptığı ölçümlerden heyelan bölgelerinde akan toprağın içerisinde su ile birlikte suyu sıvı halde tutabilecek görüldüğü şeklindeydi. Yani suyun buz halini biliyoruz, akmış olduğunu da biliyoruz, nasıl akmış olabileceğini de açıklıyoruz, ama ilk defa nasıl akmış olabileceğinin ölçümsel kanıtına da ulaşmış olduk. Bir sonraki adımda emin olun bir uzay aracı bir şişeyi bu akan sıvıya daldırıp dolduracak ve biz gene “Mars'ta Su Bulundu” başlığını okuyacağız.

Peki, bu elde edilen bilgi Mars'ta yaşam olması ihtimali konusunda neler söylüyor bize? 1971 yılından beri Mars'ta su olduğunu ve bu suyun yakın bir zamanda sıvı olarak aktığını biliyorduk. Ancak tam böyle olduğundan emin değildik, “ya başka bir ihtimal varsa” diye düşünüyorduk. Bugün ilk görüşteki fikrimizin doğru olduğuna dair düşüncemiz çok daha güçlendi. Bu Mars'ta hayat olup olmaması konusundaki ihtimalleri değiştirir mi? Bence hayır! 1971 yılında ne biliyorsak bugün de çok daha fazlasını biliyor değiliz. Bildiğimiz anlamda hayatın var olması için sadece sıvı sudan başka pek çok etken daha rol oynamalı ve Mars bu açıdan pek de yeterli bir yer değildi, hala da değil.

Orijinal formatı: https://yesilgazete.org/blog/2015/09/30/marsta-yine-su-bulundu/

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Dilek tutmak için 12 Ağustos akşamını bekleyin!

Her kayan yıldızı gördüğünüzde dilek tutacaksanız bu akşam (12.08) bol bol dileğiniz hazırda bulunsun. Özellikle de şehirlerden uzakta bir yerdeyseniz, çünkü 12 Ağustos'ta göktaşı yağmuru var.

Göktaşı yağmuru nedir, öncelikle onu anlatayım. Tabi bunun için önce göktaşı nedirden başlamak gerekir. Göktaşları uzayda başıboş dolaşan ve bizim atmosferimize girdiğinde yanarak ışık saçan fazla büyük olmayan taş parçalarıdır. Bunların çoğu futbol topu büyüklüğünde nesnelerdir ve atmosferde yandıkları için dünyaya ulaşmazlar. Bizler bu taş parçalarını atmosferde yanarak önümüzden geçerken gördüğümüzde bunlara yıldız kayması der ve dilek tutarız. Yani yıldız kayması dediğimiz olayın yıldızlarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur, bunlar sadece bizim atmosferimize girdiklerinde yanan taş parçalarıdır.

Peki bunların yağmuru nasıl olur?? Genelde kayan yıldızlar çok seyrek olur. Ancak senede bazı gecelerde dünyanın yörüngesinin geçtiği noktaya bağlı olarak bunların sayısı neredeyse saatde yüzü bulabilir. İşte bu akşam da aslında birkaç hafta süren bu yağmurun en şiddetli olacağı akşam. Ayrıca bu gece gökyüzünde ay da olmayacağı için görebileceğimiz kayan yıldızların sayısı da artacaktır.

Bir de tabi kuyruklu yıldızlar var. Tahmin edeceğiniz gibi kuyruklu yıldızın da yıldızla alakası yok. Aslında bunlar da güneş etrafında uzun sürelerde dönen kirli kartopları. Sadece güneşe yaklaştıkları zaman bu kartopları eriyor ve uzayıp giden bir kuyruk oluşturuyorlar. Bu kuyruğun eni 10 milyon, boyu da 100 milyon kilometre olduğu için çok uzaklardan rahatça görünebiliyorlar. Kuyruğun yapısı ise su buharı ve irili ufaklı toz ve taş parçalarından oluşuyor. Kuyruklu yıldız geçip giderken toz ve su buharından oluşan kuyruğunu toplayıp gidiyor, ancak irili ufaklı taş parçacıkları güneş sisteminde kalıyorlar. İşte dünyanın yörüngesi de arada sırada bu taş parçacıklarının arasından geçtiğinde bu taş parçacıkları dünyaya düşerek göktaşı yağmurlarını oluşturuyorlar.

Dünyanın yörüngesi her 12 Ağustos'ta dünyayı bu taş parçacıklarının arasından geçirdiği için her sene aynı gösteriyi izleriz. Bu gösterinin adı Perseid yağmurudur ve sebebi de dünyanın o sırada Swift-Tuttle kuyruklu yıldızının bırakmış olduğu taş parçacıklarının arasından geçiyor olmasıdır. Bunlara Perseidler denmesinin sebebi ise bu kayan yıldızların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir.

Perseus bu akşam 10 gibi kuzey-kuzeydoğu ufkundan yükselir, bakacağımız yön de o doğrultudadır, sanki oradan birileri bize doğru bu yıldızları fırlatıyor gibi görünür.

Yıldızları beklerken biraz da eğlenmek isterseniz:

Perseus'un hemen üzerinde Andromeda takımyıldızı vardır. Andromeda'nın hafif doğusunda ve yukarıya doğru uçan at Pegasus, Andromeda'nın batısında ve gene yukarıya doğru da Andromeda'nın annesi Kassiopeia oturur sandalyesinde. Kassiopeia'nın biraz üzerinde de kocası Sefe vardır. Bunların hikayesini bilir misiniz?? Önce Perseus ile başlayalım: Perseus Danae'nin oğludur. Dedesi Argos kralı Aksirius'dur. Krallığını bırakacak oğlu olmadığı için Delfi'nin kahinine fikir sormaya gider. Kahin ona yapılacak bşrşey olmadığını, ancak ileride bir gün kızının oğlu tarafından öldürüleceğini söyler. Bunu duyan Aksirius da kızını yeraltında bronz bir odaya kapatır. Ama gene de uçan ve kaçanın kurtulamadığı tanrı Zeus altın bir yağmur halinde gelerek Danae'yi hamile bırakır ve Perseus doğar. Hain dede Danae ve Perseus'u tahta bir kayıkla denize bırakır. Bu ikili Serifos adası kıyısında balıkçı Diktis tarafından kurtarılır ve Perseus Diktis tarafından büyütülür ve Aşil, Hektor ve Herkül türü kahramanlardan biri olur.

Şimdi gelelim Sefe ve karısı Kasiopeia'ya: Sefe bir Finike kolonisi olan Etiyopya'nın kralıdır. (Bu Etiyopya bizim bildiğimiz Habeşistan olan Etiyopya değil şimdiki İsrail, Ürdün ve Mısır arasında bir yer) Karısı Kasiopeia'da tüm cihana güzelliği ile nam salmıştır. Yalnız bu konuda fazla havalara girip kendisini Afrodit ile kıyaslayınca deniz tanrısı Poseydon'un hışmına uğrar. Poseydon herşeyi yiyen canavar Seto'yu Sefe'nin ülkesine musallat eder. Ne yapsalar bu canavardan kurtulamayınca Sefe Ammon kahinine danışır. Kahin de ona kızı Andromeda'yı Seto'ya kurban etmesi gerektiğini söyler. Memleketi kurtarmak için Sefe kızını bir kayaya bağlayarak Seto'yu beklemeye başlar. Bu sırada seferlerinden birinden dönmekte olan Perseus (yeni mitolojiye göre atı Pegasus üzerinde) gelerek Seto'yu öldürür ve kızı kurtarır. Sefe de kızı Andromeda'yı Perseus ile evlendirir, bunların bir sürü çocukları olur. Bunlardan biri Perse'dir. Perse'yi Etiyopya'da bırakan Andromeda ve Perseus Argos'a dönerler. Perse de büyüdüğünde Pers krallığı kuran kişi olur.

Hepinize hayırlı seyirler...